YÖREMİZ FOLKLÖRUNA BAKIŞ
1960’lı yılların sonuna kadar yöremiz Solaklı vadisinde yoğun bir nüfus yaşamaktaydı. Köyler, dağlar ve yaylalarda büyük bir hareketlilik vardı. Geçim, tarım ve hayvancılığa dayalıydı. İmece usulü sosyal dayanışma ön plandaydı. Toprak kaldırma, odun taşıma, mısır ayıklama ve ufalama gibi işler ırgatlık çağrılarak yapılırdı. Pek çoğunda yemekten sonra kaval eşliğinde horon oynanır ve yorgunluk bu şekilde atılırdı. Kaval veya kemençe çalabilen yoksa ağızla yapılan kayde üzerine de horon oynanırdı. Gençlerin sevdalıkları buralarda ortaya çıkardı. Kına gecesi, düğün ve yediyelerde horon çiklileri kurulurdu. Horona giriş ve çıkışlar, kızların elinden kimin tutacağı seyiri yöneten reis tarafından belirlenirdi. Bundan dolayı bazen tatsız olaylar da yaşanırdı. Kaval ve kemençenin bayıldığı olur, mendil yere serilir, üzerine para atılır ve çalgıyı çalan sanatçıya verilirdi. Her horondan! sonra,
“E vay beni vay bana,
Kül oldum yana yana,
Kül oldum kemur oldum,
Ateşe yana yana.”
kafiyesiyle başlayan karşılıklı iki grubun ustaları arasında atışma türküler kendini gösterirdi. Atma türküde bu işte mahir yani usta olanlar yarışırdı. Bu usul günümüz halk ozanlarının atışmalarına benzetilebilir. Türkücü ustaları birbirini altedebilmek için küfür, aşağılama, hakaret vb. ifadeleri kullanabilirlerdi. Doğaçlama olduğu için sonunda yerine göre söylenen atışmalardan dolayı kavga olurdu. Ancak işin sonu tatlıya bağlanırdı.
Hele yayla şenlikleri bir başka olurdu. Çuruk ortası, Ağustos yedisi şenlikleri yayla yollarını şenlerdi. Değişik köylerden gelenler Görnek’te birleşirdi. Horon halkaları kurulurdu. Kızlar yüzlerini yazmalarla örterlerdi. Horon bittikten sonra kızlar ve kadınlar sepet veya çuval yüklerini sırtlarına alır ve yolculuklarına devam ederlerdi. Yolda türkü ve atışmalar gırla giderdi. Mavreyas üstünde seyir devam ederdi. Buradan herkes kendi yaylasına gider ve şenlikler orada sürdürülürdü. Yurt Yaylası’nın “Kaşan Yolu”n da gece horon yapma bir başka olurdu… Dönüşte de yine aynı manzaralar yaşanırdı. Tabii, yollar yaya gidilirdi. Hiç unutamadığım bir hatıram şöyledir: Herhalde on beş yaşlarındaydım. Görnek’e geldik. Yemek yenecek. Kızların yemek parası erkeklerden toplanırdı. Ben horon oynamadığım ve herhalde harçlığım da az olduğu için itiraz etmiştim ama parayı vermekten kurtulamamıştım.
Esasen yöremizin tek eğlence kültürü kemençe, kaval eşliğinde yapılan bu horonlardı. Ayrıca tanışma, kaynaşma ve pek çok evliliklere de vesile oluyordu. Bu açıdan bakıldığında fonksiyonel olduğu açıkça görülür. Şu hususu da ifade etmek gerekir ki, bu eğlence kültürüne yörenin hocaları ve bazı ileri gelenler her zaman karşı çıkmış, ancak seyirler yapılmaya devam etmiştir. Bu katı tutum, yöremizden sanatçıların çıkmasına engel olmuştur. Günümüzde bu engeller ortadan kalktığı için kabiliyetli sanatçıların çıkmasının yolu açmıştır. Ancak bir yozlaşmanın olduğu da bir gerçektir.
Köylerdeki düğünler bir başkaydı. Yapılan yemekler ne tatlı olurdu! Pirinç pilavı, komposto ve baklavayı ancak düğünlerde ve bayramlarda yemek verilen evlerde yerdik. Ne mermiler atılırdı! Dinamitler patlatılırdı. Bundan dolayı kolunu kaybedenler olurdu. Gelinin sandığı, çeyizi, gençlere verilen para karşılığı taşıtılırdı. Tabi o dönemlerde köylerde araba yolları yoktu. Köy yolları sanırım 1970’li yıllarda yapılmaya başlandı.
Türk toplumunda yaşanan şehirleşme ve modernleşme olgusunun belki de en fazla bizim yöremizi etkilediğini söyleyebiliriz. Bir kere göç hareketi kaçınılmaz bir şekilde bölgemiz insanının başka yerlere gitmesine sebep olmuştur. Bunu doğal bir olgu olarak kabul etmek gerekir. Topraklarımız bizi geçindirmemektedir. Arazi ve iş imkânlarının kıtlığı, halkımızı gurbete mecbur bırakmıştır. Burada bir hatırayı aktamnak isterim: Holalı birinden dinlemiştim. 1960’lı yıllarda köylerinden biri İstanbul’a gitmiş. Yakınlarını ziyareti esnasında köyden ne var-ne yok diye sormuşlar. Bunun üzerine adam şu cevabı vermiş: “Limo ce şimo”. Yani “yağmur ile açlık.” Sanırım bu ifade her şeyi özetler mahiyettedir.
Modernleşme olgusu, modern hayat tarzları örf ve adetlerin yerini alarak eskiyi tasfiye etmiştir. Mesela köy düğünlerimizden eser kalmamıştır. Daha doğrusu köylerimizde nüfus kalmamıştır. Pazar ve köyler ancak insanların yazdan yaza fındık toplamaya veya ziyarete gelmesiyle şenlenmektedir. Yayla şenlikleri bile, bir hayli değişikliğe uğramıştır. Şenlikler artık Sultanmurat ve Görnek’te panayır şeklinde ve yöre sanatçılarının iştirakiyle yapılmaktadır. Ölüler bile ilçe merkezine götürülerek cenaze namazı kılındıktan sonra mahallesindeki mezarına götürülerek defnedilmektedir.
Sosyal medya ve internet insan ilişkilerini oldukça sınırlandırmış, evlerde yapılan akşam sohbetleri eski canlılığını yitirmiştir. Herkes kendi kabuğuna çekilerek iletişimini sosyal medya üzerinden yapmaktadır. Hatta modern hayatın getirdiği araçlar insan ilişkilerinin önüne geçmiştir. Mekanik araçlara gösterdiğimiz ihtimamı insani ilişkilere gösterdiğimiz söylenemez. İnsani ilişkiler, ekonomik çıkar ilişkilerinin haricinde geri plana itilmektedir. Bu durum, insani değerlerin düşüşe geçtiğinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Hâsılı toplumumuzda sosyal değişim o kadar hızlanmış ki, eski ile yeni arasında bocalama, yozlaşma, yabancılaşma kaçınılmaz olmuştur. Bu yabancılaşmayı sağlıklı yöne nasıl kanalize edilebilirliğinin sosyolog, psikolog, din bilginlerinin… kafa yormaları ve fikir üretmeleri ciddiyet arz etmektedir.
Gençlik yıllarımdan beri yöremizin tarihi, ünlü kişilerin hayat hikâyeleri ve halk filozoflarının nükte olmuş sözlerini derlemek ve bir araya getirmeye önem verdim. Bu konuda arkadaşlarımdan da çok yardım gördüğümü söylemeliyim. Bütün bunların yanı sıra atışma türküler, destan, şiir ve türküleri derlemeyi de ihmal etmemeye çalıştım. Türkü, şiir, destan, ağıt söyleme ve yazabilmek herkesin yapabileceği bir şey değildir. Dolaysıyla bu kabiliyeti olan kişilerin zekâ ve kabiliyetlerinin daha üstün olduğunu söylememiz mümkündür. Bu insanlar keşke imkân bulup eğitim-öğretim görebilmiş olsalardı yaratıcılıklarını ve topluma hizmetlerini üst seviyeye taşıyabilirlerdi. Ne yazık ki kaybolup gitmişlerdir. Mesela bu türkücülerden Behram Cansız, Topal Mecit Güney, Yunus Güveli, Hasan Cansız, İsmail Güveli, Ali Cansız en çok anılan kişilerdir.
Biz de hiç olmazsa bu insanların söylediklerini yazıya geçirerek geleceğe taşıyabilirsek ölümden kurtarmış oluruz. Ölenlerin hepsine rahmet diliyorum. Ayrıca bu atışma, türkü ve destanları söylendiği anda orada olan bazı kişiler tarafından hafızaya kaydedilip günümüze taşınmasında emeği olanları da takdirle yâd etmek gerekir.
ATIŞMA ÖRNEĞİ
2011 yılında dönemin Belediye Başkanı C.Cemal Cansız ile birlikte türkücü Ali Cansız amca ile yaptığımız söyleşiden aktarıyorum:
“Güveli İsmail bir kış mevsiminde kar sulu sulu yağarken koyunlarla pazarın içinden aşağıya doğru geliyor. Herhalde Kaçal değirmenlerinin oralarda koyunları otlatmış. Kabalak omuzlarında kendisini gördüm. “Var mısın?” dedim. “Varım” dedi.”
Ali Cansız:
Yağmur yağdi islandi,
İsmail kabalağun,
İsmail kabalağun.
Güveli İsmail:
Çabuk geç git evune,
Soğumasun yalağun.
Soğumasun yalağun.
Ali Cansız:
Sözü muteber değil,
Sen gibi kapsalağın.
Güveli İsmail hem diyor, hem gidiyor. Ben duymuyorum. Tabi işi berbat edeceğim. Kaçmaya çalışıyorum.
Bir gün kahvede kendisinden torunu Ayşe’yi istiyorum.
Ali Cansız:
İsmail bakmaz misun?
Derdumun çaresine,
Derdumun çaresine.
Güveli İsmail:
Şimdi insanlar dönmiş,
Dünya idaresine,
Dünya idaresine.
Ali Cansız:
Bir merhem bulmaz misun?
Gönlümün yaresine,
Gönlümün yaresine.
Güveli İsmail:
Bilmem güvenur misun?
Cebunun paresine,
Cebunun paresine.
Hiç o çobandan öyle manalı sözler bekler misin?
Bir gün Güveli İsmail’e dedim ki:
Ver bana balduzuni,
Kurtar beni çileden,
Kurtar beni çileden.
Güveli İsmail hemen cevap verir:
Bir tane alacağum,
O sizin silsileden,
O sizin silsileden.
Güveli İsmail ile Hasan Cansız’ı ayakkabıcı Emin Ekşi (usta) dükkânında çok kapıştırırdı:
Güveli İsmail:
Deyelum birkaç tane,
Sen usta ben acemi.
Hasan Cansız:
Kalmişum böyle bekâr,
Yok pişuren mancami.
Güveli İsmail:
Hasan o akıl ile,
Boylarsun Alaçam’i
Hasan Cansız:
Bulsam gönlüme göre,
Takacağım kancamı.
Sakine Güveli, Yakup Atalay ile evleneceği zaman düğünlerinde İsmail ile Hasan yine kapışır. Sonunda kötü sözler söylemeye başladılar:
Güveli İsmail.
Ey köyun afacani,
Tanımazsun hocani,
Gidi gezmez siçani,
Bok taşı deluğunden.
Hasan Cansız:
Başun arpa tübeği,
Burnun çeçuk sübeği,
Gidi koyun köpeği,
Ayrılma bölüğünden.
DESTAN ÖRNEĞİ
Mehmet Rüştü Günaydın Hoca’nın, Günebakan (Zenozena) Köyü’nden olup, Bayburt’ta ikamet eden Yılancıoğlu Terzi Şükrü’ye yazdığı destan:
- Saltanatın dumanı
Cumhuriyet fermanı
Gece gündüz okunur.
- Mektupla öpüşelim
Bir parça konuşalım
Sözüm sana dokunur.
- Tavlaya attım zarı
Gidi Kondu Pazarı
Görsem onu utanır.
- Yağmur yağar semadan
Ben tanırım simadan
Gözle baksam çarpılır.
- Mavi yeşil yakutlar
Gidi eski vakitlar
Yoklaşır da bakılır.
- Hak yerini bulacak
Bu dünya yıkılacak
Zannetme baki kalır.
- Ağırmasın kolların
Günahı olanların
Cehennemde yakılır.
- Bilirim çok yamansın
Hem eski kahramansın
Herkes senden sakınır.
- İspir’in ayvasına
Tandırın yuvasına
Ayaklardan sarkıtır.
10-Yolcu oldum Samsun’a
Ahbap sorayım sana
Seni kimler kıskanır.
11-Balığa attım ağı
Zenozena çatağı
Sana kimler yaslanır.
12-Sokak her yana nazır
Senin için her şey hazır
Yazda kışta yapılır.
13-Sızlar yüreğim sızlar
Ey gidi soğuk sular
Sizde kimler yıkanır.
14-Elime aldım tası
İki Parma arası
Sizden kimler hoşlanır.
15-Parma’nın batağına
Mavreyas çatağına
Kim gezer de ıslanır.
16-Yurt yaylası köyümüz
Çark ovası yolumuz
Pandurki konaklanır.
17-Aşarmısın Kemer’i
Yakar mısın feneri
Yolda olursa çamur.
18-Tandıra koydum aşı
Ey gidi Şengah başı
Ordan Bayburt görünür.
19-Ömrümüz geçti acele
Bu garibin kahriyle
Yoğruldum oldum hamur.
Bu destanda Dernekpazarı’ndan yola çıkarak Günebakan, Parma, Sultanmurat, Limonsuyu istikametini takip ederek Bayburt’a kadar olan yerleri ve bazı özelliklerini dile getirmektedir.
[1] Mehmet Günaydın.